Sunday, October 15, 2006

BÜYÜK AŞKIN ÖLÜMSÜZ SİMGESİ; TAJ MAHAL!

Hindistan mutlaka görülmesi gereken bir ülke ve daha fazla bozulmadan mutlaka gitmeli. Tren istasyonunda karşılaştığımız Amerikalı guruptan bir bayan “hayat boyunca yaşanması ama tekrar edilmemesi gereken bir tecrübe" demişti. Kendi açımdan ona katılmıyorum.


Gezimizin son durağı dünyanın 7 harikasından biri olan Taj Mahal’in bulunduğu Agra şehri. “Taj Mahal” Tac sarayı demek.
Sarayın bulunduğu Agra şehri oldukça bakımsız ve pis. Hava kirliliği nedeni ile “Taj Mahal”in yakınına araç gelmesi yasak. O nedenle biraz yürüyoruz.
“Taj Mahal” 1631-54 yılları arasında 5. Moğol İmparator Şah Cihan tarafından İran’lı karısı Ercument Banu Begüm, bir diğer adıyla Mümtaz Mahal için yaptırılmış. Mümtaz Mahal 14. çocuklarını doğururken ölüyor. Şah Cihan çok sevdiği karısının ölümünden o kadar etkileniyor ki saç ve sakallarının bir kac ayda kar beyazına döndüğü söyleniyor.
1631 yılında başlayan ve 20 bin kişinin çalıştığı inşaat tam 22 yılda tamamlanır. Anıtın giriş kapılarının üzerindeki 11’erli iki sıra halindeki toplar bu yılları ifade ederler.
İnşaat için Hindistan ve Asya’nın her yerinden gelen malzeme 1.000 adetlik bir fil ordusu ile taşınmış. Mimarın ise İran’lı Ustad Isa olduğu söylenir. Hatta şahın inşaat bittikten sonra bir kimse böyle bir anıt inşaa edemesin diye orada çalışanların ellerini kestirdiği ama karşılığında da iyi bir para ödediği söylenir.
Yamuna nehri kenarına yapılmış olan bu Hindu, Türk ve İran motifleri ile karıstırılmış mükemmel mimarinin simetrisini bozan tek şey merkeze yerleştirilmiş olan kraliçenin yanına sıkıştırılmış olan Şahın lahtidir.
Efsaneye göre Şah Cihan nehrin karşı tarafına da kendisi için Taj Mahal’in aynısını siyah mermerden yaptırmayı planlamıştır. İki binayı bir köprü ile birlestirecektir. 22 yıllık savurganlığa artık dayanamayan oğlu bu projeyi uygulmasına fırsat vermeden babasını tahttan indirir ve 8 yıl boyunca sarayda “Taj Mahal”i gören bir odaya hapseder. Bu nedenle şah karısına verdiği mezarını ziyaret sözünü tutamaz ve öldüğünde oğlu simetriyi bozma pahasına babasını annesinin yanına gömer.
Taj etrafındaki doğadan aldığı renk yansımaları ile günün her saatinde farkli bir renge bürünür ve o nedenle bütün gününüzü orada geçirmeniz tavsiye edilir. Ne yazık ki biz bunu yapamadık ve şansımıza o gun hava bulutluydu ama yine de şahın hapsedildiği odadan sisler içindeki Taj’ı görmek mümkündü. Onu seyrederken şahın neler hissettiğini düşünmemeye çalıştım.
SON DURAĞIMIZ AGRA!
Trenle geri dönerken görmeye alıştığımız manzaraya bu defalık son kez bakıyorduk; 20 km'lik hızla giden trenin penceresinden bir kaç metre aralıkla, kuşlar gibi dizilmiş ve trene bakarak hacetini gören erkekler! Gerçi kadınlar da var ama ya azınlıkta yada daha gizli yapıyorlar. Kadınların gittiği bir tuvalet olsa erkekler de giderdi herhalde, değil mi?! Trenin pencereleri açılmadığı ve camlar da temiz olmadığı için onları defalarca görmüş olmamıza rağmen resimlerini çekmeyi başaramadık. Bir dahaki sefere! (Söz veremiyorum, zira zor iş). Bu arada çuvaldızı da batıralım kendimize. Bizim ülkemizde yabancılar bu tür farklı görüntüleri çektiklerinde sinir olmuyor muyuz?
Son günümü Delhi turu yaparak geçirdim. Delhi şehir turunda ben, 3 Amerikalı ve 1 Japon vardık yabancı olarak ve durduğumuz her yerde 2 Hintli turist gençle resim çektirmek zorunda kaldık. Yılışmak veya ısrar etmek yok. Çok doğal ve samimiler. Sarışın bir Türk arkadaşa fotoğraf karşılığı 50 rupi önermişler! Büyük para, çünkü vasıfsız bir işçi günde 10 rupi (20 pence) kazanıyor ve açlık sınırı günlük 10 rupi olarak belirlenmiş durumda ve geliri günlük 10 rupinin altında olan 300 milyon Hintli varmış. 1 litre su 10 rupi! 1 küçük pide 10 rupi. 1 kilo yeşil biber 20 rupi. Yeşil biberi yabana atmayın; temel gıda maddelerinden!
"Hastalandınız mı?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hayır hastalanmadık! Hem biz aşı da olmamıştık! Trende bile yemek yedim ama çok şükür bir şey olmadı. İtiraf edeyim ben kendi ülkemde dışardan yemek yediğimde, ortalamada 2 haftada bir hastalanırım. O nedenle sanki kendi ülkesinde herkes tertemizmiş de, o adamlar da ellerinde imkan olduğu halde! pislermiş gibi garip garip yorum yapanlara kızıyorum. Beni yakından tanıyanlar ne kadar titiz olduğumu, özellikle de restorancılık geçmişimden dolayı hijyen konusundaki hassasiyetimi iyi bilirler. Her şey bir yana gerçeklik bir yana! Gittiğiniz yerin koşullarını kendiniz için en pozitife dönüştürerek adapte olmaya çalışacaksınız; ne de olsa 1 milyar 200 milyon insan sizin için 15 günde değişmeyecekler! Titizliğimi koruyacağım diye de dünyanın en görülmeye değer ülkelerinden birini ıska geçemezsiniz.
Sözün özü; Hindistan mutlaka görülmesi gereken bir ülke ve daha fazla bozulmadan mutlaka gitmeli. Tren istasyonunda karşılaştığımız Amerikalı guruptan bir bayan “hayat boyunca yaşanması ama tekrar edilmemesi gereken bir tecrübe" demişti. Kendi açımdan ona katılmıyorum. Belki de bizim gibi halinden bir türlü memnun olmayan ve gözü daima komşunun tavuğunda olan bir milletin Hindistan'a daha sık gidip insanların o yokluk içinde dahi nasıl mutlu olduğunu ve daha az suç işlediğini öğrenmesi gerekiyor. Belki de tavuğu olan komşuya bir kere bakıyorsak, tavuğu olmayan komşuya daha fazla bakmalıyız ki kendi kazımızla mutlu olmayı öğrenebilelim.

PEMBE ŞEHİRDEN MAVİ ŞEHİRE

Sabahın 06:30’unde vardığımız Jaipur’daki meraklı kalabalıktan bizi şöförümüz kurtarıyor. Çocuk erken varmış olmamıza rağmen orada bizi beklemiş.
Daha çok erken olduğu için rehber kitabımızda adı geçen lüks bir otele gidip kahvaltı etmeye karar verdik. Neden otelin lüks olduğunu özellikle belirttiğimi de şöyle açıklayayım; akşam üzeri treni beklerken ben bir restoranda yemek yemeyi istedim ama titiz yol arkadaşım “ben oralarda yemem!” deyince yine bu otele gitmeye karar verdik. Tam arkadaşıma “şimdi şöför de çok zengin olduğumuzu düşünecek” derken şöför arkaya döndü ve “bayan siz çok mu zenginsiniz?” diye soruverdi. Onlara göre çok pahalı olan bir yerde yemek yediğimize göre çok zengin olmalıydık. Halbu ki fiyatlar çok uygundu ve yemekler de çok güzeldi. Ne kadar utandığımı tahmin edin. O genç insanın hayal edemeyeceği bir yerde yemek yeme lüksüne sahiptik.
18. yüzyılda kurulan Jaipur, Hindistan’ın planlı inşaa edilen ilk şehiri. 1876’da dönemim hükümdarı tarafından Galler Prensine hoşgeldin sürprizi olarak bütün şehir sonbahar pembesine boyandığı için aynı zamanda Pembe Şehir olarak biliniyor. Pembe Jaipur kültüründe konukseverliği ifade ediyor.
Jaipur’da çok gezemedik çünkü yol arkaşım Hintlilerin müze girişi için çok para aldıklarını söyleyip protesto etti. Sanki Topkapı sarayına giriş çok ucuzmuş gibi… Eh müze yoksa ne var bir kadın için?! Alışveriş kültürü tabii ki! Satıcılar size ders vermeye çoktan gönüllüler!
Hemen hepimiz (yani hatun kişi olanlar) Paşmina'nın Hint şalı olduğunu sanırız. Aslında yanlış bir bilgiymiş bu. Üstelik bize paşmina diye yedirilen şallar Çin malıymış ve Hindistan'da 2 pounda filan satılıyor. Paşmina, dağların yüksek kesiminde yaşayan keçilerin yumuşak tüylerinden yapılan ipliğe denirmiş. Bazıları daha ileri gidip o keçinin çene kısmındaki tüylerden yapıldığını söylüyorlar. Düşünsenize kaç şal çıkabilir çene tüyünden!! Yani şal değil bir iplik türü paşmina. Neyse bu değerli bilgiyi aldıktan sonra şal denilen giysinin Hintliler için sadece bir aksesuar olmadığını, her sınıftan hem kadın hem de erkek için vazgeçilmez, çok amaçlı bir giysi olduğunu keşfetmiş bulunuyorum. Şimdi bakalım şal nasıl kullanılabilirmiş:

1. Başınızı örtmek için örtü
2. Omuzlarınızı ısıtmak için şal
3. Yüzünüzün terini silmek için havlu
4. Elinizi kurulamak için havlu
5. Yere yatar iken çarşaf
6. Üstünüze yorgan
7. Yere otururken kilim
8. Burnunuza mendil
9. Çocuğunuza battaniye
10.Omuzunuza aksesuar
11. Bir şey taşımak için bohça

Yeter mi? Hiç bu kadar fonksiyonel bir giysi görmemiştim. Ha! Bu arada başına eşarp takmış bir erkek görürseniz de şaşırmayın çünkü o başına eşarp takınca kadın olduğunu sanmak gibi bir komplekse sahip değildir.
Jaipur’dan trenle Delhi’ye dönüyoruz. Pembe şehri dilediğimce dolaşamamış olmanın hüznünü yaşıyorum.
Bir günlük bir dinlenmeden sonra ertesi akşam yine trendeyiz. Bu defa hedefimiz Mavi Şehir olarak da bilinen Jodhpur. Yalnız haklarını verelim; İngilizler bütün ülkeye çok güzel bir demiryolu ağı kurmuşlar. Önemli bir sorun yoksa trenler bırakın dakikayı, saniyesinde hareket ediyor ve halk taşıtlarını gerçekten saygı ile kullanıyor! Trenleri oldukça iyi durumda. En hızlı ve en modern ulaşım aracı diyebilirim. Komik ve unutulmaz anlar yaşadığımız yerlerdi trenler.
Johpur yolculuğumuz gece boyunca süreceği için yataklı vagondayız. En komik halimizi bu yolculuktaki yataklı vagonda yaşadık. Hintliler de bizim halimizle çok eğlendiler! Hem eğlendik, hem eğlendirdik. Yataklı vagonu mutlaka denemelisiniz! Aksam yatmadan önce pijamasını ve terliklerini giyen insanları görmelisiniz. Sabah sabah burnunuzun dibinde hiç tanımadığınız bir adamın gözlerini ovuşturarak uyanması, hiç tanımadığınız insanlarla aynı odayı paylaşmış olmanız öyle garip bir durum ki.... ama onlar rahatlıkla kalkıp üstlerini değişip, dişlerini fırçalıyorlar. Abarttığımı düşünmeyin sakın çünkü yaklaşık 50 metrekarelik vagonda 80 kişiydik! Hiç tanımadığınız insanlarla bir odayı paylaşacağınız söylense ne derdiniz?? Aileniz veya esiniz izin verir miydi?? Burada öyle bir seçenek yok işte!! Bu tür vagonlar hiç bizlere göre değil. Bizde kesinlikle tecavüz vakaları üst sınıra dayanırdı. Öyle kadınlar yabancı erkeklerin yanında devrilip yatacaklar ha!! Sümme haşa! O kadınlara aradıklarını vermek lazım gelir, değil mi? Haaa, demiryolları iyi hasılat yapar mıydı?! Evet yapardı!
Düşünsenize Türkiye’de doğru dürüst trene binmemiş olan bizler hayatımızdaki ilk yataklı vagon deneyimimizi Hindistan’ın ikinci sınıf vagonunda yaşıyoruz. 6 metrekarelik bir alanda 8 yatak. Yer zor bulduğumuzdan bir yatak en üstte, biri en altta, yani arada başkası var. Arkadaşım tutturdu “ben ara katlarda yatmam, boğulurum!!!” diye. Zaten bizim şaşkın bakışlarımızdan diğer yolcular durumumuzu anladılar ve bir aile babası hemen kızının en üst kattaki yatağını bize verdi. Böylece ikimiz de üst katta yattık, daha dogrusu ben yattım çünkü arkadaşım çantasına sarılıp oturarak geçirdi geceyi. Allahtan dönüşümüz 1. sınıf yataklı vagondaydı da etrafımıza bir perde çekip meraklı gözlerden kurtulduk.
Jodhpur, binici pantolonlarına adını vermiş ve oldukça ilerlemiş temiz bir şehir. Sivrisinekleri püskürtmek için çivit maviye boyanan evler ilginç bir görüntü yaratıyor. Eskiden şehrin tamamı mavi imiş, ancak artık bir kısmı mavi. Daracık sokalarda yine hayvanlar ve insanlar iç içe yaşıyorlar. Şöförümüz beni bir akrabasının evine götürüyor çatısından şehri iyi göreyim diye. Evin bir katında 3 erkek, 3 kasnakta etek işliyorlar. Karanlık odada emek verilen bu işlemeler kimbilir kaç kuruşa gidecek. Müslüman olduklarını öğrendiğim bu kişiler evlerine girmeme aldırmadıkları gibi bana çay ikram etmek istiyorlar ama temizlik müfettişi ağıznı burnunu kapamış aşağıda beni bekliyor. Açıkçası bende de orada çay içecek mide yok!
Şehre tepeden bakan Jodhpur sarayı Mehrangarh müthiş bir yer! Aklımızı alıyor! Sarayın sahibi Maha Raja hala sağ ve müzeye çevirdiği bu saraydan geçiniyor. Çok modern bir sesli gezme sistemi kurmuş. Sergilenen eşyalar da çok iyi korunmuş. Bu sarayda beni üzen bir şey var; saray kapısı duvarındaki el izleri…. Bu el izleri ölen MahaRaja’ların eşlerine ait. Kocaları ölünce bu kadınlar da onlarla beraber yakılmak üzere saraydan son kez çıkarken gelenek olarak el izlerini bu duvara bırakmışlar. Korkunç bir his olmalı! Düşünsenize ömürünüz kocanızın sizden önce ölmesi korkusu ile geçecek!
Saraydan Jaswant Thada adındaki bir çeşit anıt mezarlığa gidiyoruz. Burada 4 Maharaja gömülü. Mermer işlemeleri görmeye değer. Binanın içinde babamın ikizine rastlıyorum. Eski bir Maha Raja fotoğrafı ikizi olacak kadar babama benziyor. Demek gerçekten insanlar çift yaratılıyor. Binanın etrafını çevreleyen hendekteki suyun azlığı 5 yıldır yağmayan yağmurları hatırlatıyor.Kuraklıktan dolayı daha da fakirleşen bölgede yaşlı kadınlar el işi yapıp satarak geçinmeye çalışıyorlar. Tekstil ürünlerinin ne kadar ucuz olduğunu söylememe gerek yok ama tavsiyem aldığınız her tür Hint ürününü iyice yıkayıp kullanmanızdır.
Jodhpur’da valizler için bir kaç saatte örtü dikmek gibi ilginç bir meslek oluşmuş ama ben yaptırmak için geç kalmıştım. Ayrıca bu büyüleyici şehrin renkli çarşısını gönlümce gezmek için tekrar gitmek isterim.
Bu arada Hindistan'ın kuzey bölgesindeki pek çok evde fotoğrafımın olduğunu da belirteyim. İlle de fotoğraf çektirecekler! Rehberle haber gönderiyorlar “hanımlar bizimle fotoğraf çekilirler mi?” diye. Hanım olduğumuzdan değil; değişik olduğumuzdan! Aynı yolculuğu kendi ülkemizde yapsak kim bilir başımıza neler gelirdi! Hiç kimse alınmasın lütfen burada gerçekleri konuşuyoruz! Bize uzaydan gelmiş gibi bakmanın dışında hiç bir rahatsızlık vermediler. Yani kimse kendini dünyanın en dayanılmaz erkeği ve kendisini aramaya gelmişiz havalarına girmedi! Yalnız aklınızda olsun, her ne kadar Hintliler sari giyerken bellerini ve kollarını açıkta bırakıyorlarsa da bacak göstermek çok çok ayıp! O nedenle sıcağa bakıp da şort giymezseniz iyi olur.

GÖLLER ŞEHRİ UDAIPUR’DAN KUTSAL MOUNT ABU DAĞINA

Hindistan’daki ikinci uğrak noktamız Udaipur şehri. Ne yerini biliyoruz ne de neye benzediğini... Hintli bir arkadaşım “mutlaka gidin” dediği için gidiyoruz. Oldukça da uzak olduğunu öğrendik. Gezi sonunda edindiğimiz haritaya göre zaten Rajastan eyalatenin en güneyinde Udaipur.
Biletlerimizi alıp arkadaşın şöförü ile istasyona koşturuyoruz. Trenimiz bu defa Eski Delhi istasyonundan kalkacak. Eski Delhi’de karmaşa ve fakirlik çok belirgin.
İstasyona geldiğimizde yanlış istasyonda olduğumuzu öğreniyoruz. Bu aynı zamanda bize Delhi’de bir kaç istasyon olduğunu öğretiyor ama çok geç!! Bize yanlış bilgi veren arkadaşım hemen arabasını tahsis ediyor. Yolumuza jeeple devam edeceğiz. Niraj da seviniyor çünkü ona mesai ödeyeceğiz. Yalnız bir sorun var; Niraj Udaipur’a daha önce hiç gitmemiş. Türkiye’de çok şehirlerarası araç kullanadığım için bu bana sorun olarak görünmedi. Ne de olsa tabela denen şeyler vardı.
Yanılmışım!! Hem de çoookkk!! Otoyol diye bir şey yok!! Tabela yok! Biz kaybolup duruyoruz. Bu bende hayal kırıklığı yaratmadı çünkü Hindistan’ın başka bir yüzünü görme imkanım oldu. Niraj endişe etmesin diye ve bir şey kaçırmamak için uyumuyorum. Karanlık olduğu için gördüklerimi resimleyemedim ama şunu söyleyebilirim ki korku filmleri ve dünyanın hidrojen bombası ile yok olduktan sonraki sefil durumunu gösteren filmler kesinlikle bu sokaklardan esinlenmişler. Gecenin kör karanlığında, içinde ateş yanan bir tencerenin etrafına çömelmiş ve kendilerini şallarla kapatmış adamlara rastlıyoruz. Niraj seslendiğinde birden o örtüler açılıyor ve asker veya polis olduğu sadece şapkasındaki bir armadan anlaşılan kişiler ortaya çıkıyor. Yemek veya tatlı satan dükkan sahipleri, şallarına sarınmış olarak dükkanlarının önündeki çıkmaya tünemişler.
Yol arkadaşım uyuduğu için çok mutluyum yoksa onu bu manzara karşısında yatıştırmam mümkün olmazdı.
Delhi’den Udaipur’a gece boyunca 12 saat diplomatik plakalı bir araçta yolculuk yapıyoruz ve defalarca yolda durup yön soruyoruz ama hiç kimse gözünün ucu ile bile arka koltukta kimler var diye bakmıyor.. Bizim insanımızın genel tepkisi önce yol soran aracın içini kolaçan etmek ve araçta kimler olduğunu anlamak şeklindedir, hele de plaka diplomatikse!!
Dikkatimi çıkan başka bir konu da şöförümüzün ‘afedersiniz!! Bakar mısınız!” gibi giriş cümleleri kullanmadan direkt “Udaipur ne tarafta?”, hatta sadece “Udaipur?” diye sorması. Demek burada böyle!!
Sabah karşı Udaipur’a giriyoruz. Muhtesem bir şehir!!! Otelimiz de çok güzel!
Şehirin bir çok takma adı var; tepelerden dolayı “tepeler şehri”, göllerden dolayı “göller şehri”, minyatür ustalığından dolayı “minyatür şehri” deniyor. Ne yazık ki “göller şehri” ünvanı bir kaç yıldır düşmüş çünkü 5 yıldır yağmur yağmıyor ve her yer kurumuş. Hatta göl üzerinden ulaşılan Nehru parkına artık gidilemiyor.
Sokalarda insanlar ve tüm hayvanlar barış içinde yaşıyorlar. İnekler beslenemedikleri için oldukça zayıf. Dar sokaklarda araçlar ellerini hiç kornadan çekmeden ustalıkla geçiş yapıyorlar. Korkunç korna gürültüsüne rağmen kimsenin kimseyle kavga ettiğini görmedim. Bir kere motorsiklet arkasında seyahat eden bir aile bir otomobille çarpışıp hepsi yere düştüler ama ayağa kalkıp üzerlerini silkeleyip yollarına devam ettiler.
İnanç sistemlerinden gelen bir kabullenişleri var ki bu hem avantaj hem dezavantaj. Bu durum onları hem munis ve saygılı yapıyor hem de ilerlemelerini yavaşlatıyor. Onlara göre başınıza gelen her şey karmalarınızın (geçmiş yaşamlarınızdaki davranışlar) sonucu ve bunu olduğu gibi kabullenmelisiniz. Hatta yıllar öce sakat insanları “geçmişte kim bilir ne halt etmişsin de bu halde gelmişsin!!” gibisinden aşağılarlarmış. Genelde kimsenin elindekine aç gözlerle bakmıyorlar. Sahip olduklarınız onları rahatsız etmiyor. Bir hasetlik, bir çekemezlik yok bakışlarda veya sözlerde. Çoğunluğun gözü komşunun tavuğunda değil. Kendi kazları ile uğraşmayı tercih ediyorlar çünkü onlar bizden çok daha önce öğrenmişler ki yanlarında götürecekleri kaz veya tavuk değil. Tok kalmalarını sağlayacak kadar iş lazım!!! Her şeye rağmen bir gülümsemeö bır huzur var!!
Udaipur’da herkes minyatür yapıyor. Bir çok minyatür okulunda gençler bu sanatı öğreniyorlar. Türkiye’de satılan bir çok minyatür buradan gidiyormuş. Hint ve Moğol minyatürleri farklı oluyormuş.
İlk saray gezimizi de Udaipur’da yapıyoruz. Sarayların bu kadar iyi korunmuş olmasına şaşıyorum. Acaba çok mu kolay teslim olmuşlar!? Yoksa her şeyi taştan yaptıkları için mi bu güne kalmış? Taşlar dantel gibi işlenmiş. Odalar tablo gibi boyanmış.
Otelimizde kalan bir çok Avrupalı var. 4 aydır tek başına seyahat eden bir Alman bazı şehirlere, özellikle de ganj nehrinde ölülerin yakıldıgı Varanasi’ye iki bayan olarak gitmemizi önermiyor. Kesinlikle hastalanırmışız. Yanımdaki temizlik memuru ile gitmeyi düşünmem bile mümkün değil.
Yol arkadaşım çalıştığı tekstil firmasından bazı çocuk giysi numunelerini dağıtmak üzere yanına almış. Onları orada dağıtma kararı aldık. Bu tekrar bizi şaşırtan bir olay oldu. Daha önce Türkiye’de bedava bir şey dağıtma deneyimlerimden dolayı herkes üstümüze atlayacak diye korkarken kesin bir mesafe korunuyor. Kimse bir şey kapma telaşı ile hareket etmiyor hatta “benim o yaşta çocuğum yok, başkasına verin” diyorlar. İnanılmaz bir tok gözlülük!!
Udaipur’dan kutsal Mount Abu dağına gitmeye karar veriyoruz. Türkiye’den tanıdığım Brahma Kumaris Derneğinin merkezi orada. Unicef ve BM’den ödüller almış olan bu gönüllü organizasyonun merkezini görmek istiyorum. Mount Abu aynı zamanda balayı merkezi imiş!!
Tren saatleri uygun olmadığı için otobüsle gidiyoruz. Otobüsümüzün kalitesi bizi memnun ediyor. Ancak önümüzdeki koltukta outran ve balayına gittiklerini sandığımız çiftin aşırı rahat hareketleri biz dahil tüm otobüsü rahatsız ediyor. Derken onlardan esinlenen başka bir genç çift de aynı hareketlere başlıyorlar. “Acaba bu millet için sex rahat bir konu mudur?” diye düşünmeye başlıyorum. Yoksa bu kadar rahat hareket edilemez!!
Mount Abu oldukça serin. Otelimizdeki yemekler çok güzel. Yol arkadaşım artık acıkmış olmalı ki “burası temiz” diye yemeğe girişiyor.
Mount Abu’da Brahma Kumaris (BK) derneğinin etkisi hemen belli oluyor. Belki de Hindistan’ın en temiz yeri. Gönüllüler yardımı ile derneğin binalarını geziyor mutfakta yemek yiyoruz ve barış parkını dolaşıyoruz. BK’de her şey bembeyaz!! BK tek tanrıya inanların oluşturduğu ve dünyada barışı oluşturmayı hedefleyen spritüel bir oluşum. Köy halkına da eğitim veriyorlar.
BK’den sonra Mount Abu’daki diğer tapınakları geziyoruz. İnanılmaz bir mermer işçiliğine tanık oluyoruz. Şaşmamak mümkün değil!! Öyle işlemeler yapılmış ki akıl almıyor. Resim çekmek yasak olduğundan resimleyemiyoruz.
Artık Jaipur’a hareket vakti. En heyecanlı yolculuğumuz Hindistan'ın en modern!!!! şehirlerarası otobüsü ile yaptığımız bu 12 saatlik yolculuk oldu. Otel resepsiyonundaki çocuk “Çok lüks otobüs var, ondan billet alırım size” deyince tren yerine otobüsü tercih ediyoruz. Ama aramızdaki lüks tanımı farkını hiç düşünememişim!!. Otobüsü görünce binmek istemiyoruz, çünkü hayal ettiğimiz otobüs değil, ama bizi ikna ediyorlar. Otobüsün önündeki radyatör ızgarasının yarısı bir çuval parçası ile örtülmüş, şoför kabininden yolcu bölümüne bir kapı ile giriliyor ve içerideki perdeler kalın ve desenli kumaştan...! Yolcular perdeler
yüz havlusu olarak da kullanıyorlar!!! İçerisi karanlık bir çadırı andırıyor. Respsiyonist bizi yolcu etmeye geliyor ve “hani bu lüks otobüstü?!!” sorumuza çok şaşırıyor. Bize bozuk klimayı gösteriyor. Otobüsün en modern!!! olma sebebi çalışmayan bu klimaymış. Tabii gece boyunca takırdadık.
Yolculuk sona erip de otobüsten inerken sabahın 06:30'unda olabilecek en büyük insan kalabalığını otobüsü karşıladı. Kasabaya sirk gelmişti sanki!!! Yani biz, iki turist hatun kisi!!! Gözünü kaçırmadan, hilkat garibesine bakar gibi bakan insanlar....!!! Hani sarışın ve çok beyaz tenli olsak anlayacağım ama Hintli olmadığımızı bu kadar çabuk anlayabilmiş olmalarına şaşıyorum. Sanki yıllarca İngiliz egemenliği altında yaşamamış ve hiç turist görmemişler. Anladım ki bir ülkeyi gezerken halkla beraber seyahat etmeden onları tanımak çok zormuş.

BİR ŞEHİR; AMRİTSAR
BİR DİN; SİKHİSM

Hindistan gezimiz icin Yeni Delhi’yi kamp noktamız olarak belirlemiştik. İlk hedefimiz de Amritsar’dı. Amritsar Punjab eyaletinin başkenti. Burada beni şaşırtan Hindistan’da 35 eyalet olduğunu öğrenmek olmuştu. Punjab kuzeydeki ve Pakistan sınırındaki eylatlerden biri. Aynı zamanda nüfusun yüzde 1.9’unu oluşturan Sikhlerin başkenti.
Amritsar’a doğru yola çıkarken artık Sikhizm’in kendi başına bir din olduğunu ve dünyadaki 20 milyon Sikh’in, 18 milyonunun Hindistan ve 500 bininin de Ingiltere’de yaşadığını öğrenmiştim. Üstelik Sikhism’in İngiltere’nin en popüler 3. dini olduğunu da….
Sikhism 15. yuz yılda, bu gün Hindistan ile Pakistan arasında sorun olan Punjab eyaletinde, Guru Nanak tarafindan kurulmuş ve tek Tanrıya inanmayi öğreten bir din. 5.000 tane Tanrısı olan Hindu ülkesinde tek Tanrılı bir din beni şaşırtıyor.
Guru Nanak o dönemde bölgede yaygın olan Hinduizm ve Islam’ın iyi taraflarından esinlenerek, gördüğü vizyonlar doğrultusunda bu dini oluşturmuş. Sikhizm Guru Nanak’tan sonra gelen 9 diğer Gurunun da katkıları ile bu günkü son halini almış.
Guru Nanak tarihin en büyük din yaratıcısı ve Sikh dininin kurucusu olarak biliniyor. Nanak bir Hindu olarak doğuyor ancak genel olarak dinlere ilgi göstererek Hinduizm’le beraber Islam’ı da inceliyor. Yerel Müslüman ve Hindu din adamlari ile radikal dini tartişmalara giren Nanak hac, ceza, yoksulluk gibi dişsal göstergelerin kişinin ruhundaki içsel değişikliklerden çok daha az önem taşıdığını söylüyor.
Sikhler Hindistan’ın en çalışkan, okumuş ve dürüst toplumu olarak biliniyorlar. Bu nedenle Punjab da Hindistan’in en gelişmiş ve zengin eyaleti ancak sakın buradaki gibi bir zenginlik göstergesi beklemeyin.
Hemen her ülkenin kuzeylileri gibi Hindistan’da da Sikhler fikralara konu olmuş!! Anlatmaya lüzum yok hep aynı fıkralar; Temel’in yerine bir Sikh adı koydunuz mu tamamdır. Galiba her ülkede kafası çok çalışan sevilmiyor!!
Amritsar ilk ülke içi tren yolculuğumuzu yapacağımız rota…. Kendi ülkemizde trenle seyahat etmemiş olan bizler Delhi’deki istasyonda feleğimizi şaşırıyoruz. Kim yolcu, kim görevli anlamak zor. İçine yerleştiğimiz trenin bize ait koltuklarını ve masalarını, yandaki yolcunun şaşkın bakışları altında bir güzel temizleyip dezenfekte ettikten sonra yanlış trende olduğumuzu öğrenmemiz ve o anda artık hijyeni bir tarafa atıp doğru treni bulmak için koşturmamız görülmeye değer. Allahtan bizim tren biraz geç kalkıyor da yakalayabiliyoruz. O koşturmaca ve heyecan içinde, nefesimiz normale dönene kadar hijyeni bir süre unutuyoruz. Arkadaşımın ilk tepkisi şu oluyor; “ama bu koltuklar kumaş kaplı!! Öbür tren deri kaplıydı ne güzel!! Biz şimdi bunu nasıl temizleyeceğiz?!! Ben treni kaçırmış olmayı yeğlerdim!!” Şimdi sanırsınız ki tren çok pis. Hayır!! Arkadaşım obsesyon derecesinde titiz!
7 saatlik kolay bir yolculuktan sonra Amritsar’a varıyoruz. Şöförümüz bizi karşılıyor ve pansiyonumuza götürüyor. Bu ilk pansiyonumuz ve bahçeden içeri girer girmez gördüğümüz mandalar şaşkınlık yaratıyor. Ben hayvanların ne kadar temiz tutulmuş olduklarına dikkat ederken yol arkadaşım “ben burada hiç bir şey yemem” diyor. Resepsiyon görülmeye değer bir eskilikte. Hoşuma gidiyor çünkü bana yıllar öncesinin Anadolusunu hatırlatıyor. Itiraf etmeliyim ki etrafta bir tane çöp yok.
İlk ziyaret noktamız, Amritsar’ın Pakistan sınırında olmasi vesilesi ile her akşam saat 17:00’de yapılan dillere destan sınır kapanış töreni. Kendi ülkesinde bir sınır kapısı görmemiş olan bizler şehir halkı ile yola koyuluyoruz. Böyle bir milli şuur nasıl yaratılmış diye soruyorum kendime. Her akşam bir şehir halkı nasıl olur da sınır kapanış törenine böyle akar?!! Hep beraber bu tören için özel olarak inşa edilmiş olan tribünlerde yerimizi alıyoruz. Hindistan tribunleri yarıya dolduğunda Pakistan tarafı hala bomboş. “Bu acaba müslümanların genel yaklaşımı mıdır?!” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hindistan tarafında bir kaç dine mensup bir millet birlik olabilirken Pakistan tarafında aynı dine mensup olanlar aynı şuuru yansıtamıyor.
Kapanış saatinin yaklaşması ile beraber bizim tribünlerde bir hareketlenme başlıyor. Eline mikrofonu alan sloganlar atarak halkı coşturuyor ve hep birlikte anladığım kadarı ile “yaşasın Hindistan!” diye bağırıyorlar. Derken bir bayrak yarışı bas gösteriyor. Bayrağı kapan gençler tribünler boyunca sınır kapısına kadar sırayla koşarken diğerleri coşkuyla haykırıyorlar. İşte bu arada Pakistan tarafına baktığımda yüreğim ağzıma geliyor!! Orada beyaz sakallı, yeşil giysili, mezar kaçkını gibi bir adam bayrak sallamakta!! Beni afallatan başka bir görüntü de haremlik ve selamlık usulü olan Pakistan tribünleri. O tarafın kalabalık olmayışı bundan mı acaba?!
Saat 17:00’de her iki tarafın askerleri sıraya girerek en uzun narayı atma yarışına giriyorlar. İşte bu yarışmayı Pakistan tarafı kazanıyor!!
Punjab, Hindistan’daki en uzun boyluların bulunduğu eyalet olarak da biliniyor. Sınır boyundaki askerler de ülkenin en uzun kişileri arasından seçilmiş. Bu yetmezmiş gibi bir de tepelerine yelpaze takarak boylarını daha da uzatmaya çalışmışlar. İşte bu komik üniformalı askerler müthiş bir ciddiyet içinde kollarını bacaklarını mümkün olduğu kadar açarak, en hızlı şekilde, sınıra doğru olan 20 metreyi alkışlar ve naralar eşliğinde bir kac defa yürüyorlar. Bayraklar abartılı hareketlerle indiriliyor, kapı kapatılıyor ve kalabalık o gün için dağılıyor.
Sınırı kapattıktan sonra pansiyonumuza dönüyor ve biraz dinlendikten sonra Sikhlerin din merkezi olan Altin Tapınak (Golden Temple)’ta saat 21:30’da yapılacak töreni izlemek için çıkıyoruz. Ben bu arada yol arkadaşımı motive etmeye çalışıyorum çünkü tapınağa çıplak ayak girmemiz gerektiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Benim derdim daha çok soğuk ve mantar kapma riski.
Karman çorman bir sokaktan girilen büyük kapıdan muhteşem bir görüntü göz kırpıyor bize. İstersen ayağını çıkartma!! Hemen çoraplar dahil çıkarıyoruz. Ayakkabılarımızı bırakmaya niyetimiz yok. Camiilerde çalınan ayakkabıları iyi biliyoruz ve bu fakir ülkede daha fazla risk olduğunu düşünüyoruz ama çare yok!! Zorla alıyorlar elimizden! Ayakkabıları bekleyen biri var. Gezimiz boyunca olacak bir durum bu ve biz çok geçmeden öğreniyoruz ki ibadet yerine giren birinin ayakkabılarını çalmak milletimize mahsus bir ayıp.
Sikhlerin düşünceli yaklaşımını Altın Tapınağın girişinde hemen farkediyoruz. Tapınağın dışında bir rehberlik bürosu var. Burada dileyene gönüllü rehber ve Sikhism’le ilgili yayınları veriyorlar. Dinlerinin yanlış anlaşılmasına izin vermeye niyetleri yok. Büyük bir grup geldiği için biz rehber alamıyoruz.
Tapınak girişinde, içinde su olan minik bir ayak yıkama havuzu var. Önce herkesin ayağını soktuğu bu suya nasıl ayağımızı sokacağız diye düşünüyoruz ancak görüyoruz ki su sürekli tazeleniyor; üstelik de ılık!! Böylece ayaklarımız suda üşümüyor. Her tarafı mermerle kaplı tapınağın yürüme yolları da yolluklarla kaplı. Böylece mermere basmak zorunda kalmıyoruz. Ayrıca başımızı da örtüyoruz. Kadın ve erkek başlarını örtmek zorundalar. Sadece küçük çocuklar açık başla tapınağa girebiliyorlar.
Dışarının aşırı alçak gönüllü görüntüsünden sonra tapınağın kapısından bambaşka bir görüntüye adım atıyoruz. Etrafı başka binalarla çevrilerek dışarıdan ayrılmış bu mekana girdiğimizde önümüzde müthiş bir manzara açılıyor. Ortadaki büyük havuzun ortasında altın kaplamalı bir bina duruyor. İlk anda Kabeyi andıran bir mimarisi var. Sikhism’in İslam’dan esinlendiğini hatırlarsak bu şasırtıcı değil.
Aksam saat 21:30’da kutsal kitap (Guru Granth Sahib) ilahiler eşliğinde bir kac kat beze törenle sarılarak, çiçeklerle süslü bir tahterevana konuyor ve tapınağı karaya bağlayan köprüden geçirilerek uyuyacağı odaya götürülüyor. Evet doğru!! Uyuyacağı yere!!! 10. yani son Guru, ölümünden sonra Sikhler’in ruhsal rehberinin, bu kitap olduğunu söylüyor ve bu kitap bir insan Guru statüsüne geliyor. Sikhler kutsal kitaba bir insan Guruya gösterecekleri saygıyı gösteriyorlar. O nedenle kutsal kitap her akşam odasına götürülüyor ve her sabah saat 04:00’de sabah ayini için geri getiriliyor. Bu taşıma töreni sırasında Sikhler kitabın taşındığı tahterevana dokunmak için yarışıyorlar.
Tapınağın içinde fotoğraf çekmek yasak, o nedenle bu töreni resimleyemiyoruz. Kitap 50 x 65 cm gibi bir boyutta. Kutsal kitap hiç durmadan 24 saat boyunca mikrofonlardan okunuyor. Böylece yaşam devam ettiriliyor. Okunuşunda da Islami bir etki var.
Ertesi gün tapınağa tekrar gidiyor ve gündüz gözü ile tekrar geziyoruz. Aydınlıkta manzara başka güzel. Bembeyaz binalarla çevrili bir havuz ve ortasında altın bir tapınak!!
İnsanlar sesizlik içinde havuzun etrafında dolanıyor ve dua ediyorlar. Çocuklar bile saygılı! Gönüllüler ellerindeki aletlerle havuzu temizliyorlar. Baskın renk turuncu. Bu Sikhizm’in rengi. Aynı renkteki bayrakları da tapınağın bayrak direğinde dalgalanıyor.
Sikhism hakkinda öğrenmek istediğim şeyler var. Okuyarak öğrenmektense konuşarak öğrenmeyi yeğleğim için arkadaşımın yanına oturduğu yaşlı Sikh’e doğru yöneliyorum. Bu nur yüzlü amcadan dinleri ile ilgili merak ettiklerimi öğreniyorum.
Sikh’leri diger topluluklardan ayird eden 5 sembol var. Bunlara “5 K” deniyor;
1. Kesh (Kesilmeyen saç/tüy)
Saçın kesilmemesi Tanrı’nın verdiğini olduğu gibi kabul etmeyi, basit bir yaşamı ve gururu terk etmeyi sembolize ediyor. Bir Sikh vücudunun hiç bir yerinden tüy kesmiyor. Kadınlar dahil! Kaşları düzeltmek bile yasak.
Bu ayrıca bir Sikh’in en görünen ve ayırd edici sembolüdür. Yaşam boyunca kesilmemiş saçın üzerine giyilen türban gözden kaçmaz.
2. Kara (Çelik bilezik)
Erkek ve kadın tüm Sikhlerin kolunda basit bir çelik bilezik var. Hindular da bu bileziği takabiliyorlar. Çelik bilezik Tanrının sonsuzluğunu da simgeliyor. Baslangıcı ve sonu olmayan…!!
En önemlisi ise kendilerine Gurularının onaylamayacağı bir şeyi yapmamalarını hatırlatması. Parlayan çelik gözlerini alarak onlara her zaman “iyi” olmalarını hatırlatıyor.
Özellikle altın veya gümüşten yapılmıyor çünkü bir ziynet eşyası değil.
3. Kanga (Tahta tarak)
Tarak kesilmemiş saçları temiz ve düzgün tuttuğu için temiz zihin ve bedeni sembolize ediyor. Günde iki defa saçlarını bu tarakla taramak zorundalar.
Tarama işlemi aynı zamanda Tanrının yarattığı vücuda iyi bakmayı da sembolize ediyor. Vücud aydınlanmanın aracı olduğuna göre ona iyi bakmak gerekir.
4. Kacha (Don)
Yaşlı amcamiz Sikhlerin bir iffet göstergesi olarak dizlere kadar don giydiklerini, böylece başkalarının yanında çıplak kaldıklarında edep yerlerinin görünmediğini söylüyor.
5. Kırpan (Kılıç)
Kılıç veya kama!! Belirli bir şekil veya boyut yok bu sembolde.
Kılıç;
-ruhsallığı
-asker azizleri
-iyinin ve zayıfın savunulmasını
-adaletsizliğe karşı mücadeleyi sembolize edebiliyor.
En hoşuma giden kuralları tek eşlilik ve tütün türevlerinden uzak durmaları. Öyleki tütün ve alkol üreten yerlerde dahi çalışmıyorlar.
Sikh topluluğunda kadın ve erkek eşit. Kadınlar da toplu ibadetleri yönetebiliyorlar.
Çocuklarını, dinlerinin gereklerini anlayacak yaşa gelene kadar vaftiz etmiyorlar. Bu vaftiz törenine Amrit deniyor. Bu törenden sonra Sikhler yeni isimler alıyorlar ve 5 sembolü giyiniyorlar. Her Sikh’in soyadında aslan anlamına gelen bir “Singh” eki var. Herkes akraba yani!!
Sikhler Tanrıya, her gün başkalarına hizmet ederek hizmet ettiklerine inanıyorlar. Hayatlarını hizmet etmeye adayarak kişisel ego ve gururlarından kurtuluyorlar.
Bu hizmetin en belirgin göstergesi ise Sikh tapıaklarıda ki aş evleri (langar). Bu aş evlerinde gönüllü Sikhler yemek yapıyor, bulaşık yıkıyor ve inancı ne olursa olsun her dinden insanı doyuruyorlar. Öyle ki aş evlerinde sadece vejeteryan yemek yapılıyor ki her dinden insan yiyebilsin. Dinsel sorgulama yok, hoşgöru var!!
Kaçındıklari 5 kötülük var;
-şehvet
-aç gözlülük ve hırs
-dünyevi şeylere bağlılık
-öfke
-gurur
Amritsar şehir turumuzu yaparken bir gelin alayına arastlıyoruz. Dilencinin yaptığı danstaki uyumlu hareketleri ve hayata bağlılığı beni büyülüyor. Yol arkadaşımın tüm itirazlarına rağmen alaya ben de katılıp yol ortasında onlarla dans etmeye başlıyorum. Böylece klasik bir Hint düğünü de yaşamış oluyoruz.
Sonraki durağımız bir Hindu tapınağı, ama bu tapınak Altın tapınakla karşılaştıralamaz. Çok dağınık!! Yine ayakkabı çıkacak. Neyseki çorap kalabiliyor. Ben giriyorum ama yol arkadaşım dışarıda kalıyor. İki inanç arasındaki tapınak temizliği ve bakımı farkı çok büyük!!!
Bir sehir ziyaretim ufkumu bambaska bir insan ve inanc topluluguna acti!!Öğrenme kitabının sonsuz sayfalarından birini daha okumuş oldum.

HİNDUSTAN – BHARAT

İki Türk bayan, plansız ve programsız, en kötüsü haritasız Hindistan yollarına düştük. Yanında konuk olacağımız İngiliz arkadaşıma ulaşamamıştım. Nasılsa bir yer buluruz diye atıldık maceraya. Allahtan bu karagözlülüğüm kısa sürdü çünkü Yani Delhi’ye varınca Susan’a ulaşmayı başardım. Yıllarca onlarla beraber çalıştım, öğle yemeklerini paylaştım. Hindistan’da ise dışarıya çıkamamış yani bozulmamış Hintlileri gördüm.

Herkes Hintlilerin ne kadar cingöz, hırslı veya yavaş olduğundan yakınırken ve ben de öylelerine tanık olmuşken karşıma bambaşka insanlar çıktı. Herkes yardımsever, nazik, sabırlı, dürüst, tok, güler yüzlü! Siz nasıl insanlarla karşılaşmayı düşünüyorsanız öyle insanlarla karşılaşıyorsunuz, yoksa 17 gün boyunca 7 ayrı şehirde karşımıza hep aynı tarz insanlar çıkar mıydı?



Hayır hayır!!! Yanlış yazmadım!! Hindustan çünkü Hindice adı öyle. Bharat ne mi? O da bir diğer adı Hindistan’ın. Yani bizdeki baharat kelimesi oradan geliyor. Herhalde baharatlar o dönemde Hindistan’dan geldiği içindir.
Hindistan yıllardır gitmek istediğim ama bir türlü gidemediğim bir hayal geziydi. Kimi zaman arkadaşlar su koy vermiş, kimi zaman tarihler tutmamıştı. Aklımda hep herkesin bahsettiği pislik de bir çekince olarak kalmıştı. “Acaba” diyordum “dayanamayacağım kadar pis midir?!!”. O kadar gitmek istiyordum ki benimle gelecek arkadaşlarımı ayartan ve yıllardır Hindistan’da yaşadığını iddia eden gazetecinin tüm olumsuz yorumlarını kulak ardı ettim. Neymiş; “pislikten yemek yiyemezmişiz! İnsanlar o kadar aç ve sefil bakarmış ki ağzımıza bir lokma atamaz, modern makinelerimizi çıkarıp bir resim bile çekemezmişiz. Sahip olduklarımızdan utanırmışız. Hem orada ne bulacağımızı sanıyormuşuz; Hinduizm veya Budizm bizim anladığımız gibi değilmiş”. Ne yazık ki arkadaşlarım etkilendi ve gelmediler.
Böylece biz iki Türk bayan, plansız ve programsız, en kötüsü haritasız Hindistan yollarına düştük. Yanında konuk olacağımız İngiliz arkadaşıma ulaşamamıştım. Nasılsa bir yer buluruz diye atıldık maceraya. Allahtan bu karagözlülüğüm kısa sürdü çünkü Yani Delhi’ye varınca Susan’a ulaşmayı başardım. Artık kalacak yerimiz ve gezimizi organize etmemize yarayacak biri vardı.
Her göz başka görüyor!! Artık her birimizin aynı şeyleri gördüğünden daha doğrusu gözlerimizin aynı frekansta çalıştığından şüphe etmeye başladım çünkü benim gördüğüm, belki de görmek istediğim Hindistan ve Hintliler başkaydı. Hintlileri ilk defa gördüğümü veya kültürleriyle ilk defa tanıştığımı da sanmayın. Yıllarca onlarla beraber çalıştım, öğle yemeklerini paylaştım. Hindistan’da ise dışarıya çıkamamış yani bozulmamış Hintlileri gördüm.
Bir de herkesin anlattığı havaalanı kokusu hikayesi vardır. Efendim daha alanda “o pis koku” başlıyormuş!!! Av köpeği olabilecek kadar iyi koku alan ben, bahsi gecen bu kokuyu alabilmek için bayağı uğraştım ama heyhat öyle bir koku yok! Ya da benim burnum bozulmuş!! Kim neresinden uydurmuşsa....!!! Millet gezmeye değil kusur bulmaya gidiyor mübarek!! Uluslararası Temizlik Denetçileri üssü Türkiye’de biliyorsunuz!! Ayrıca tecrübelerim gösterdi ki her ülkeye indiğinizde havaalanında kendine özgü bir koku vardır. Her evin de özel bir kokusu yok mudur zaten??!! Kaldı ki, oraya giden insanlar farklı olduğu için gidiyorlar. Gördüğünüz her farklılığı aşağılayacak ve şaşkınlıkla karşılayacaksanız Hindistan size göre bir yer değil!! Ne kendi keyfinizi kaçırın ne de yanınızdakilerin. Ayrıca oradaki halk da aşağılandığını hissediyor, onlara da eziyet etmeyin. Sefilliklerini görüp dudak bükmeye değil, başka bir kültürü görmeye gidiyorsunuz!!
Hindistan yolculuğu geçmişe yolculuk gibiydi. İnsanların bozulmadığı, değer sistemlerinin hala ayakta olduğu bir zaman... Farklı bir boyut!!! İnsanlar çok munis, yardımsever, ilgili ve alçak gönüllüler. Dürüst olduklarını da söyleyeyim. Hiç kimse bize hizmet verirken tilkilik yapıp önce parayı almaya kalkmadı. Her zaman ödemeyi günün sonunda yaptık. Çantamı taksilerde rahatlıkla bıraktım. Kimse bir şeyimizi çalmaya yeltenmedi. Kimse yolculuğumuz boyunca imalı bir mimik yapmadı veya gülmedi.
Tabii diğer arkadaşlara göre bize öyleleri denk gelmiş!! Herkes Hintlilerin ne kadar cingöz, hırslı veya yavaş olduğundan yakınırken ve ben de öylelerine tanık olmuşken karşıma bambaşka insanlar çıktı. Herkes yardımsever, nazik, sabırlı, dürüst, tok, güler yüzlü!! Siz nasıl insanlarla karşılaşmayı düşünüyorsanız öyle insanlarla karşılaşıyorsunuz, yoksa 17 gün boyunca 7 ayrı şehirde karşımıza hep aynı tarz insanlar çıkar mıydı??
1milyar üzerinde bir rakamla dünyanın ikinci büyük nüfusuna sahip olan Hindistan 300 milyonla aynı zamanda dünyadaki en kalabalık (%12) Müslüman nüfüsu barındırıyor. 300 civarında dil konusuluyor ama İngilizce ve Hindi resmi dil. Bunun yanında 22 tane daha resmi olarak tanınmış bölgesel dil var. Nüfusun çoğunluğu Hindu (%81.8). Sanılanın aksine Budist nüfüs oldukça az. Budizm, Jain ve Parsi dinleri ile toplam nüfüsun %1.9’unu oluşturuyor.
Rajiv Gandhi döneminde nüfus artışını kontrol etmek için bir transistörlü radyo karşılığında erkekleri kısırlaştırma operasyonu gerçekleşmiş ama kısırlaştırılan kişi başına görevlilere prim verilince adamlar tuttuklarını yaşına bakmadan kısırlaştırmaya başlamış ve operasyon tepki alıp bitmiş. Bence şu transistorlü radyo değerini kaybetmeden bizimkiler de benzer bir operasyon yapmalıydılar çünkü bu iş kadınlarla çözülecek gibi değil. Adamlar doğru yoldan gitmişler!!
Beni en çok dilencilerin gülümsemesi etkiledi. Onlara yardımcı olmak her şeye rağmen hayattan aldıkları zevki ve mutluluğu sürdürmek keyif verdi bana. Amritsar’da yaşlı bir dilenci düğün alayının müziğini duyar duymaz gülümseyerek dans etmeye başlamıştı. Sahip olamadıkları için ağlayıp, yaratanına küfretmiyordu. Geldiği bu yaşamdan maksimum keyifi almaya çabalıyordu. Ne çıplak ayağı, ne yırtık elbisesi ne de boş karnı engel oluyordu keyfine. Kendi dilencilerimizi hatırladım sonra; boynunu büküp, kendisine en acınacak ve vicdan sızlatan pozu vererek dilenmeye çalışan sahte dilencilerimizi...!! Onlara para verirken çektikleri eziyeti devam ettirmenin dayanılmaz ağırlığını hissetmiş olduğumu fark ettim. Yardım isterken vicdan sızlatmak doğru değilmiş. Birisini zorla yaşatıyormuş gibi oluyorum.
Beni en çok rahatsız eden nokta “doğulu olmanın işareti” olan bıyıktı!! Yani ne varsa o bıyıkta?!! Kadınlara çekici geldiğini mi sanıyorlar!!?? Yaşlarını büyük mü gösteriyor?!! Kadayıf yemiş misali de olsa hemen her erkek, yaşlısı genci bıyık sahibi. Sikhlerin hiç seçeneği yok, çünkü onlar mecburen sakallı ve bıyıklı, hatta tümden kıllı, dinleri gereği!!!
Yemekler inanılmaz lezzette (bana göre tabii). Karnabahar ızgara, hindistan cevizli dosa, peynir masala, sebze köfte masala, samosa, patatesli nan ekmeği, badem helva, v.s. Sadece yemekler için tekrar tekrar gitmek isterdim ama bilet nedeni ile pahalıya gelirdi.